13 Temmuz 2012 Cuma


Toplumsal Cinsiyet

Kadın ile erkeğin ayrımı konusu, Yahudilik’ten Hristiyanlık’a miras kalan Adem ile Havva hikayesindeki kadın bedeninin aşağılanması ve ondan duyulan korku ile başlayarak, günümüze kadar güncelliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Bu iki cinsiyet arasındaki farklılıkların doğuştan gelip gelmediği ve hatta insan beyninin bir cinsiyetinin olup olmadığı gibi sorular, biyoloji ve anatomi kapsamında değerlendirirken, toplumsal cinsiyet anatomik farkları aşarak konuya “bedendeki toplum, toplumdaki beden” söylemiyle yaklaşır. Yani toplumsal cinsiyet söz konusu olduğunda, “belirli bir zamanda belirli bir toplumda cinsler için uygun olduğu varsayılan davranışların kültürel tanımı”nın irdelenmesi söz konusudur. Bu noktada, toplumsal cinsiyet kavramını daha detaylı şekilde açıklamak gerekmektedir:

“Bu terimi sosyolojiye sokan Ann Oakley’e göre ‘cinsiyet’(sex) biyolojik erkek-kadın ayırımını anlatırken, ‘toplumsal cinsiyet’ (gender) erkeklik ve kadınlık arasındaki buna paralel ve toplumsal bakımdan eşitsiz bölünmeye gönderme yapmaktadır. İlk defa 1972 yılında kullanılan kavram, kadın ve erkek arasındaki farklılığın biyolojik unsurlar yanında toplumsal ve kültürel olarak oluşturulduğunun, inşa edildiğini ifade eder. Kız ya da oğlan bebekler olarak dünyaya gelen insan teklerinin dünyada başlarına gelen pek çok şeyin sonucu kadın ve erkeklere dönüştüklerine işaret eden bu süreç basitçe ‘sosyalleşme’ olarak adlandırılamaz. Tersine, kişinin çeşitli biçimlerde müdahil olduğu karmaşık ilişkileri içerir ve bir yandan kişisel düzeyde bir cinsiyet rejimine işaret eder. Bu kavram, cinsiyetin kişisel özelliklerin ötesinde, toplumsal yapılarla ve ilişkilerle bağıntılı bir öznellik boyutu olduğu düşüncesini de içerir. Günümüzde kadınların karşı çıktıkları ve mücadele etmek zorunda kaldıkları birçok sorunun toplumsal cinsiyetle (gender) ilişkili olduğu yönünde yaygın bir kanaat olduğu görülmektedir. Toplumsal cinsiyet; biyolojik cinsiyetten farklı olarak toplumsal ve kültürel olarak belirlenen ve dolayısıyla içeriği toplumdan topluma olduğu kadar tarihsel olarak da değişebilen ‘cinsiyet konumu’ ya da ‘cins kimliği’dir. Bu anlamıyla toplumsal cinsiyet yalnızca cinsiyet farklılığını belirlemekle kalmaz, aynı zamanda cinsler arasındaki eşitsiz güç ilişkilerini de belirtir”.

“Toplumsal Cinsiyet Belası”

Simone de Beauvoir’ım ünlü “kadın doğulmaz, kadın olunur” deyişi bu bağlamda paradigmatik bir önem taşır. Bu yadsıma biyolojik cinsiyetin dişi ve eril olarak İki ile sınırlandırılmasının doğal olarak verili olduğu, ancak toplumsal cinsiyetin iki ile sınırlandırılamayacağı tezine evrilecektir ki bu durumda, cinsiyet İki’yle sınırlı olduğu halde, toplumsal cinsiyetin sonlu bir sayıyla sınırlandırılabilir olmadığı sonucu çıkmaktadır.

Peki toplumun kendi devinimi içinde oluşan bu cinsiyetlerin kaynağı nedir? Zeynep Direk’ göre Judith Butler’ın “Maddeleşen/Dert Olan Bedenler” adlı eserinin belki de en önemli yanı, cinsiyetin inşa edilmiş olmasını, onun varlığımıza işlemiş yaşanan, harekete geçirici bir kurgu olduğunu hesaba katarak, ırksal farklılıkla kesişimi içinde göz önüne alarak düşünmeyi hedeflemesidir.Direk, şöyle devam eder:

“Irkı kısmen ırkçılık, cinsiyeti cinsiyetçilik, eşcinselliği de homofobi inşa etmiştir. Tarih bir abjection (dışa atma) tarihidir. Tarih norm olan bedenleri inşa ettiği gibi, birtakım bedenleri de dışa atar; onları anlaşılırlığın sınırında konumlandırır. Anlaşılırlığın sınırlarındaki bedenler anlaşılamadıklarında sokaklara, kuytulara kavuşur, kavuştukları yerlerde çağrılır, haksızca yargılanır ve şiddete uğrarlar. Bedeni anlaşılır olanlara ait sokaklara çıktıklarında süfli, zelil bir muamma gibi beliren bu bedenler, çıktığı bela yolunda –ki bu toplumsal cinsiyet belasıdır– derhal redde ve aşağılamaya dönen bir hayretin hedefi olacaktır.”

Toplumun en küçük ferdi ve geleceği olan bir çocuk da doğumundan itibaren bu “dışa atılmadan” nasibini almasın diye aile, sosyal çevre ve okul çemberinde, toplumsal cinsiyeti edinmesi yolunda, ilmek ilmek işlenmeye başlar. Böylelikle, kadın ve erkek, doğuştan gelen cinsiyetlerinin yanında tüm hayatlarını şekillendirecek olan ikinci cinsiyetlerini edinmiş olurlar. Örneğin Mary Wollstonecraft’a göre kadınlara çocukluklarından itibaren anneleri örnek gösterilerek insan zaaflarını bilmenin kurnazlık olduğu, yumuşak huyluluk, görünüşe itaat ve topluma uyumda aşırı özenin, kendilerine erkeğin koruyuculuğunu sağlayacağı öğretilmiştir ve eğer güzelseler en azından hayatlarının yirmi yılında başka hiçbir şeye gerek yoktur. 18. Yüzyıl’da Wollstonecraft tarafından yazılmış olan bu metine baktığımızda, geçen onca zamana rağmen kadınların hemen her gün maruz kaldığı bu “toplumsal cinsiyet belası” tamamen sona ermiş durumda değildir. İşte tam da bu noktada, “iktidar sistemleri” sahneye çıkmaktadır.

İktidar Sistemleri

“Foucault’nun Cinselliğin Tarihi, Disiplin ve Ceza, Kliniğin Doğuşu gibi eserlere baktığımızda hemen çıkarabileceğimiz bir sonuç normalliğin iktidar tarafından inşa edildiği, ontolojik veya doğal bir zorunluluk taşımadığı, aksine olumsal olduğu, çeşitli tarihsel dünyalarda farklı görünümler içinde belirdiğidir. (…) Foucault’ya göre bedenin ona doğal ve özsel bir cinsiyet fikri yükleyen bir söylem tarafından belirlenmesinden önce cinsiyetli bir varlık olmadığıdır. Beden, söylem içinde ve iktidar ilişkileri bağlamında cinsiyetli bir varlık olma anlamını kazanır.”

Butler’a göre de yasaların dayandığı iktidar sistemleri daha sonra temsil ettikleri özneleri üretmektedir: İktidar bireyi sınırlandırmakla, denetlemekle, düzenlemekle, ona yasalar koymakla ve onu korumakla ve birtakım yasalara tabi kılmakla yetinmez; kendi yapılarında tabi olanı biçimlendirir, oluşturur, bu yapıların gerekliliklerine uygun bir biçimde üretir. Toplumsal cinsiyet topyekûn dahil olunan büyük bir projedir ve bu uzun soluklu proje kadının ve erkeğin maruz kaldığı gündelik yaşam pratiklerinin tümüdür. Kadının iş hayatındaki “cam tavanı”, kadının onca erkeğin arasında hiçbir yardım talebi almaksızın softayı kendiliğinden kaldıran ve sofrayı kuran taraf olması, kadının kına gecesi düzenleyip, düzenlediği bu aktivitenin ardında neler olduğunda bihaber olması, kadına biçilen rolün hanım hanımcık evlat, fedakar eş, çilekeş anne gibi kalıplaşmış roller toplumsal cinsiyetin pençesindeki kadını tanımlamaktadır ve bu roller ataerkil düzen tarafından erkek ve kadını ayrıştırmak için hayatın her alanında karşımıza çıkar.

“Cinsiyetli olmak bir dizi toplumsal düzenlemeye tabi olmaktır. Bu düzenlemeleri yöneten yasa hem insanın cinsiyetini, toplumsal cinsiyetini ve hazlarını biçimlendiren bir ilke gibi hem de kişinin kendisini yorumlamasının ilkesi gibi işler. Cinsiyet kategorisi kaçınılmaz bir biçimde “regülatif”tir. Sonuç olarak bu kategoriyi bir varsayım olarak kabul eden her çözümleme, bir bilgi-iktidar rejimi olan bu regülatif stratejiyi sahiplenmekte ve yaygınlaştırmaktadır.”

Kemalist Projedeki Kadının ve İslami Toplumdaki Kadının Kamusal Alan ve Özel Alandaki Konumu

“Kadınların kamusal alana girip kendi konumlarını düzelttikleri ya da erkeklerin ev içi alanı paylaştıkları toplumlar, en eşitlikçi olanlardı. Kadınlar doğurma ve beslenme yetenekleri nedeniyle “özel” alanda var olurlar, bu yetenek, toplumdaki kadın-erkek farklılığını belirlerdi. Gündelik hayatın karmaşası ve rutini içinde kadınlar politik alandan uzaktılar. Böyle bir ayrım, erkeklerin tüm toplumlarda daha fazla iktidar ve otorite elde edebilmelerini sağlıyordu.”

Aksu Bora’nın, kaleme aldığı makalesinde “Kadınların ve erkeklerin kamusallıkları eşdeğerde midir?” sorusu, üzerine dikkatle eğilmemiz gereken bir noktayı işaret etmektedir.

“Kemalist projede kadın-erkek eşitliği, bir yandan eşit yurttaş idealine dayalı cumhuriyetçi kamusal alanın kurulmasındaki en önemli adım iken, diğer yandan söz konusu eşitliğin tanımı, kadının yalnızca kamusal alanda değil, özel alanda ve dolayısıyla ev içinde de projenin taşıyıcısı olarak tanımlanması zemininde yapılmıştır. Bu durum daha sonraki dönemlerde, cumhuriyetin ikinci kuşak feministleri tarafından eleştirildiği gibi, kadınsal farklılığın ve kadın öznelliğinin bastırılmasıyla sonuçlanmıştır. (…) Burada, Tanzimat’ın aşırı batılılaşmış kadınının dejenere kadınsılığı ve fettanlığı ile, modernist projeye karşı çıkan Müslüman kadının yobazlığı ve gericiliğine karşı tanımlanan, kendini cumhuriyetin ideallerine vakfetmiş kadının ciddi, cinsellikten uzak ve sadece görüntü ve tavrı, kadın bedeninin yeni tesettürüydü.”

Hülya Uğur Tanrıöver’ün “Medyada İdeolojik Söylem ve Kadınların Araçsallaştırılması” isimli makalesinde de görüyoruz ki “İslamcı toplum tasavvurunun ana-eş-kardeş olarak konumlandırdığı “örtülü kadın”ı, öte yandan da Kemalist-milliyetçi tasavvurun cinsiyetsiz daha doğrusu erkek kılığına girmiş, toplumsal olarak “travesti” kadını ön plana çıkardığını serimlemektedir.” Kemalist reformlar kadını erkeklerle eşitlemek niyetiyle yola çıksa da, aslında kadını erkek egemen değerin söylemi etrafında şekillendirerek bir anlamda erkekleştiriyordu. Bu reformarla, Cumhuriyet dönemi kadını, resmi geçit törenlerine, balolara ve iş hayatına katılımıyla değişimin sembolü olarak simgeleştirilmiş olsa da, kadın vurgusu “cinsiyetsizlik”le özdeşleştirildi. Bu cinsiyetsizlik kıyafetlere de yansıdı, örneğin kadınlara giymeleri için tayyör tavsiye edildi. Bu durumun bir başka boyutu ise tarih boyunca erkek gibi kadınların varlığı olmuştur. Tarih içinde birçok kadın, erkek giysisinin   –sadece giysisinin bile- toplum üzerindeki kaçınılmaz etkisinden yararlanmak için “erkek gibi” algılanmak istediğini görüyoruz.

Farklı ideolojik konumlardan konuşsalar da, toplumsal projelerin hemen tümü için, kadın bedeni öznelleşmenin yaşanabileceği zemin değil, ideolojinin taşıyıcısı ve sembolüdür. Bu anlamda proje, kadın bedeninin görünürlük sınırlarını çizer, çünkü o beden bir tür bayraktır.

Mahremi Düzenlemek ve İçselleştirilmiş Kontrol

“Sosyal bilimlerde geniş bir literatür, İslam’da temel siyasal kaygının rejim kaygısından çok, kamusal ve özel alanların düzenlenmesi olduğunu öğretir. İslami politikalar özellikle son yirmi gitgide liberalizmin etkisi altına giren toplumlarda devleti ele geçirmeye yönelik dikey politikalardan uzaklaşarak ahlaki politikalara odaklanmış, mahremin tanımı bu politikaların merkezine oturtmuştur. Kamusal ve özel alanların düzenlenmesi çerçevesinde mahrem ve namahrem ayrımları İslami görünürlük sınırlarını çizer. Bu ise modern kamusal alan içerisinde İslami aktörün varoluş sınırlarını, onun modernlik ile ilişkisini belirler, ya da en azından bu iddiadadır.”

Bütün bu olan bitende kadının yeri, mahremin düzenlenmesinin baş aktörü olarak, merkezde olmuştur. Burada kadın yalnızca görünürlüğü değil, sesi, duruşu, diğer kadın ve erkeklerle etkileşimi belirlenmeye çalışılır. Bu belirlenimde kadının cinsel kimliğinin bastırılmasından ziyade, Foucault’ya referansla yönetilmesinden söz edebiliriz. Zira Türkiye’de namus erkek için dürüstlük, kadın için cinsellik anlamına geliyor. Bununla birlikte namus, sosyal düzenin bir hiyerarşi içinde sürmesi için cinselliğin hem bireysel hem de toplumsal bazda kontrol edilmesini de sağlıyor. Cinsiyete yüklenen anlamlar iktidarla son derece ilişkilidir… Namus cinsiyetin sınırını çizerken bize iktidarın yasaklarıyla ilgili bilgi de vermiş oluyor.

“İslami kimliğe sahip kadınların özel hayatlarındaki aşk tecrübelerinden hareketle İslami bir kavram olan “mahremi” dönüştürmeleri, en az kamusal alanda var olma mücadelesi vermeleri kadar önemlidir. Kadınların özel hayatında yaşananlar, İslami kimliğin son on beş yıldır kamusal alanda verdiği mücadeleyi olduğu kadar ve belki daha fazla, modern kamusal alanda Müslümanlığı üzerinden kimlik oluşumunu yaşayan kadınların kimliklerini yeniden oluşturma çabalarını da yansıtmaktadır. Bu yeniden oluşum yalnızca kadınlık tanımlarını değil, İslami kimliğin sınırlarını da değişime ve yeniden oluşuma zorladığı için önemlidir.” 

Eleştiriler ve Öneriler

“Türkiye’de kadınları özgürleştirecek ve güçlendirecek bir politikanın temel önceliği, onları aslında var olmayan bir “Kamusal Alan”a sokmaya çalışmak değil, geleneksel kadın kamusallıklarını yok saymayan ama bunları dönüştürerek kadınların bir(çok) politik özne olarak hareket edebilmelerini sağlayacak yeni kamusallıklar yaratmak olmalıdır.”

“Tesettürlü kadınların yaşadıkları tecrübelerin, bu toplumdaki diğer kadınların yaşadıklarıyla ortaklık içinde düşünülmesini öneriyoruz. İçselleştirilmiş kontrol, farklı anlam dünyalarında kurgulanmış olsa da, kadınlığı her iki cephenin de kadınları için toplumsal simgelerin taşıyıcılığına indirgiyor.”

“Neden kadınlar erkeklerden, erkekler arasındaki medeniyetin zorunlu kıldığı insanlık ve nezaket alış verişinden farklı bir dikkat ve saygı bekleyecek kadar alçalsınlar? Neden “güzelliğin gücünün en üst düzeyinde” kraliçeler gibi muamele görürken boş bir saygıyla aldatıldıklarını ve böylece doğal haklarını kullanmaktan vazgeçirildiklerini fark etmiyorlar? O zaman, kafese konmuş süslü kuşlar gibi tüylerini kabartıp şişinerek tünekten tüneğe gezmekten başka yapacak bir işleri olmuyor. Yiyecek ve giyeceklerini çalışıp uğraşmalarına gerek olmadan sağladıkları doğrudur. Fakat bunun bedeli sağlık, özgürlük ve erdemden yoksun kalmaktır…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder