Toplumsal Cinsiyet
Kadın ile erkeğin ayrımı konusu,
Yahudilik’ten Hristiyanlık’a miras kalan Adem ile Havva hikayesindeki kadın
bedeninin aşağılanması ve ondan duyulan korku ile başlayarak, günümüze kadar
güncelliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Bu iki
cinsiyet arasındaki farklılıkların doğuştan gelip gelmediği ve hatta insan
beyninin bir cinsiyetinin olup olmadığı gibi sorular,
biyoloji ve anatomi kapsamında değerlendirirken, toplumsal cinsiyet anatomik
farkları aşarak konuya “bedendeki toplum, toplumdaki beden” söylemiyle
yaklaşır. Yani toplumsal
cinsiyet söz konusu olduğunda, “belirli bir zamanda belirli bir toplumda
cinsler için uygun olduğu varsayılan davranışların kültürel tanımı”nın
irdelenmesi söz konusudur. Bu noktada, toplumsal cinsiyet kavramını daha detaylı şekilde
açıklamak gerekmektedir:
“Bu terimi sosyolojiye sokan Ann Oakley’e
göre ‘cinsiyet’(sex) biyolojik erkek-kadın ayırımını anlatırken, ‘toplumsal
cinsiyet’ (gender) erkeklik ve kadınlık arasındaki buna paralel ve toplumsal
bakımdan eşitsiz bölünmeye gönderme yapmaktadır. İlk
defa 1972 yılında kullanılan kavram, kadın ve erkek arasındaki farklılığın
biyolojik unsurlar yanında toplumsal ve kültürel olarak oluşturulduğunun,
inşa edildiğini ifade eder. Kız ya da oğlan
bebekler olarak dünyaya gelen insan teklerinin dünyada başlarına
gelen pek çok şeyin sonucu kadın ve erkeklere dönüştüklerine
işaret eden bu süreç basitçe ‘sosyalleşme’
olarak adlandırılamaz. Tersine, kişinin çeşitli biçimlerde müdahil olduğu
karmaşık ilişkileri içerir ve bir yandan kişisel
düzeyde bir cinsiyet rejimine işaret eder. Bu kavram, cinsiyetin kişisel
özelliklerin ötesinde, toplumsal yapılarla ve ilişkilerle
bağıntılı bir öznellik boyutu olduğu
düşüncesini de içerir. Günümüzde kadınların karşı
çıktıkları ve mücadele etmek zorunda kaldıkları birçok sorunun toplumsal
cinsiyetle (gender) ilişkili olduğu yönünde yaygın bir kanaat olduğu
görülmektedir. Toplumsal cinsiyet; biyolojik cinsiyetten farklı olarak
toplumsal ve kültürel olarak belirlenen ve dolayısıyla içeriği
toplumdan topluma olduğu kadar tarihsel olarak da değişebilen
‘cinsiyet konumu’ ya da ‘cins kimliği’dir. Bu anlamıyla toplumsal cinsiyet
yalnızca cinsiyet farklılığını belirlemekle kalmaz, aynı zamanda cinsler
arasındaki eşitsiz güç ilişkilerini de belirtir”.
“Toplumsal
Cinsiyet Belası”
Simone de Beauvoir’ım ünlü “kadın
doğulmaz, kadın olunur” deyişi bu bağlamda paradigmatik bir önem taşır. Bu
yadsıma biyolojik cinsiyetin dişi ve eril olarak İki ile sınırlandırılmasının doğal olarak verili olduğu, ancak
toplumsal cinsiyetin iki ile sınırlandırılamayacağı tezine evrilecektir ki bu
durumda, cinsiyet İki’yle sınırlı olduğu halde, toplumsal cinsiyetin sonlu bir
sayıyla sınırlandırılabilir olmadığı sonucu çıkmaktadır.
Peki toplumun kendi devinimi
içinde oluşan bu cinsiyetlerin kaynağı nedir? Zeynep Direk’ göre Judith
Butler’ın “Maddeleşen/Dert Olan Bedenler” adlı eserinin belki de en önemli
yanı, cinsiyetin inşa edilmiş olmasını, onun varlığımıza işlemiş yaşanan,
harekete geçirici bir kurgu olduğunu hesaba katarak, ırksal farklılıkla
kesişimi içinde göz önüne alarak düşünmeyi hedeflemesidir.Direk,
şöyle devam eder:
“Irkı
kısmen ırkçılık, cinsiyeti cinsiyetçilik, eşcinselliği de homofobi inşa
etmiştir. Tarih bir abjection (dışa atma) tarihidir. Tarih norm olan bedenleri
inşa ettiği gibi, birtakım bedenleri de dışa atar; onları anlaşılırlığın
sınırında konumlandırır. Anlaşılırlığın sınırlarındaki bedenler
anlaşılamadıklarında sokaklara, kuytulara kavuşur, kavuştukları yerlerde
çağrılır, haksızca yargılanır ve şiddete uğrarlar. Bedeni anlaşılır olanlara
ait sokaklara çıktıklarında süfli, zelil bir muamma gibi beliren bu bedenler,
çıktığı bela yolunda –ki bu toplumsal cinsiyet belasıdır– derhal redde ve
aşağılamaya dönen bir hayretin hedefi olacaktır.”
Toplumun en küçük ferdi ve
geleceği olan bir çocuk da doğumundan itibaren bu “dışa atılmadan” nasibini
almasın diye aile, sosyal çevre ve okul çemberinde, toplumsal cinsiyeti
edinmesi yolunda, ilmek ilmek işlenmeye başlar. Böylelikle, kadın ve erkek,
doğuştan gelen cinsiyetlerinin yanında tüm hayatlarını şekillendirecek olan
ikinci cinsiyetlerini edinmiş olurlar. Örneğin Mary Wollstonecraft’a göre
kadınlara çocukluklarından itibaren anneleri örnek gösterilerek insan
zaaflarını bilmenin kurnazlık olduğu, yumuşak huyluluk, görünüşe itaat ve
topluma uyumda aşırı özenin, kendilerine erkeğin koruyuculuğunu sağlayacağı
öğretilmiştir ve eğer güzelseler en azından hayatlarının yirmi yılında başka
hiçbir şeye gerek yoktur. 18.
Yüzyıl’da Wollstonecraft tarafından yazılmış olan bu metine baktığımızda, geçen
onca zamana rağmen kadınların hemen her gün maruz kaldığı bu “toplumsal
cinsiyet belası” tamamen sona ermiş durumda değildir. İşte tam da bu noktada,
“iktidar sistemleri” sahneye çıkmaktadır.
İktidar Sistemleri
“Foucault’nun
Cinselliğin Tarihi, Disiplin ve Ceza, Kliniğin Doğuşu gibi eserlere
baktığımızda hemen çıkarabileceğimiz bir sonuç normalliğin iktidar tarafından
inşa edildiği, ontolojik veya doğal bir zorunluluk taşımadığı, aksine olumsal
olduğu, çeşitli tarihsel dünyalarda farklı görünümler içinde belirdiğidir. (…) Foucault’ya
göre bedenin ona doğal ve özsel bir cinsiyet fikri yükleyen bir söylem
tarafından belirlenmesinden önce cinsiyetli bir varlık olmadığıdır. Beden,
söylem içinde ve iktidar ilişkileri bağlamında cinsiyetli bir varlık olma
anlamını kazanır.”
Butler’a göre de yasaların
dayandığı iktidar sistemleri daha sonra temsil ettikleri özneleri üretmektedir:
İktidar bireyi sınırlandırmakla, denetlemekle, düzenlemekle, ona yasalar
koymakla ve onu korumakla ve birtakım yasalara tabi kılmakla yetinmez; kendi
yapılarında tabi olanı biçimlendirir, oluşturur, bu yapıların gerekliliklerine
uygun bir biçimde üretir. Toplumsal cinsiyet topyekûn dahil olunan büyük bir projedir ve bu uzun soluklu
proje kadının ve erkeğin maruz kaldığı gündelik yaşam pratiklerinin tümüdür.
Kadının iş hayatındaki “cam tavanı”, kadının onca erkeğin arasında hiçbir
yardım talebi almaksızın softayı kendiliğinden
kaldıran ve sofrayı kuran taraf olması, kadının kına gecesi düzenleyip,
düzenlediği bu aktivitenin ardında neler olduğunda bihaber olması, kadına
biçilen rolün hanım hanımcık evlat, fedakar eş, çilekeş anne gibi kalıplaşmış
roller toplumsal cinsiyetin pençesindeki kadını tanımlamaktadır ve bu roller
ataerkil düzen tarafından erkek ve kadını ayrıştırmak için hayatın her alanında
karşımıza çıkar.
“Cinsiyetli
olmak bir dizi toplumsal düzenlemeye tabi olmaktır. Bu düzenlemeleri yöneten
yasa hem insanın cinsiyetini, toplumsal cinsiyetini ve hazlarını biçimlendiren
bir ilke gibi hem de kişinin kendisini yorumlamasının ilkesi gibi işler.
Cinsiyet kategorisi kaçınılmaz bir biçimde “regülatif”tir. Sonuç olarak bu
kategoriyi bir varsayım olarak kabul eden her çözümleme, bir bilgi-iktidar
rejimi olan bu regülatif stratejiyi sahiplenmekte ve yaygınlaştırmaktadır.”
Kemalist Projedeki Kadının ve
İslami Toplumdaki Kadının Kamusal Alan ve Özel Alandaki Konumu
“Kadınların
kamusal alana girip kendi konumlarını düzelttikleri ya da erkeklerin ev içi
alanı paylaştıkları toplumlar, en eşitlikçi olanlardı. Kadınlar doğurma ve
beslenme yetenekleri nedeniyle “özel” alanda var olurlar, bu yetenek,
toplumdaki kadın-erkek farklılığını belirlerdi. Gündelik hayatın karmaşası ve
rutini içinde kadınlar politik alandan uzaktılar. Böyle bir ayrım, erkeklerin
tüm toplumlarda daha fazla iktidar ve otorite elde edebilmelerini sağlıyordu.”
Aksu Bora’nın, kaleme aldığı
makalesinde “Kadınların ve erkeklerin kamusallıkları eşdeğerde midir?” sorusu,
üzerine dikkatle eğilmemiz gereken bir noktayı işaret etmektedir.
“Kemalist
projede kadın-erkek eşitliği, bir yandan eşit yurttaş idealine dayalı
cumhuriyetçi kamusal alanın kurulmasındaki en önemli adım iken, diğer yandan
söz konusu eşitliğin tanımı, kadının yalnızca kamusal alanda değil, özel alanda
ve dolayısıyla ev içinde de projenin taşıyıcısı olarak tanımlanması zemininde
yapılmıştır. Bu durum daha sonraki dönemlerde, cumhuriyetin ikinci kuşak
feministleri tarafından eleştirildiği gibi, kadınsal farklılığın ve kadın
öznelliğinin bastırılmasıyla sonuçlanmıştır. (…) Burada, Tanzimat’ın aşırı
batılılaşmış kadınının dejenere kadınsılığı ve fettanlığı ile, modernist
projeye karşı çıkan Müslüman kadının yobazlığı ve gericiliğine karşı
tanımlanan, kendini cumhuriyetin ideallerine vakfetmiş kadının ciddi,
cinsellikten uzak ve sadece görüntü ve tavrı, kadın bedeninin yeni
tesettürüydü.”
Hülya Uğur Tanrıöver’ün “Medyada
İdeolojik Söylem ve Kadınların Araçsallaştırılması” isimli makalesinde de
görüyoruz ki “İslamcı toplum tasavvurunun ana-eş-kardeş olarak konumlandırdığı
“örtülü kadın”ı, öte yandan da Kemalist-milliyetçi tasavvurun cinsiyetsiz daha
doğrusu erkek kılığına girmiş, toplumsal olarak “travesti” kadını ön plana
çıkardığını serimlemektedir.” Kemalist
reformlar kadını erkeklerle eşitlemek niyetiyle yola çıksa da, aslında kadını
erkek egemen değerin söylemi etrafında şekillendirerek bir anlamda
erkekleştiriyordu. Bu
reformarla, Cumhuriyet dönemi kadını, resmi geçit törenlerine, balolara ve iş
hayatına katılımıyla değişimin sembolü olarak simgeleştirilmiş olsa da, kadın
vurgusu “cinsiyetsizlik”le özdeşleştirildi. Bu
cinsiyetsizlik kıyafetlere de yansıdı, örneğin kadınlara giymeleri için tayyör
tavsiye edildi. Bu durumun bir başka boyutu ise tarih boyunca erkek gibi
kadınların varlığı olmuştur. Tarih içinde birçok kadın, erkek giysisinin –sadece giysisinin bile- toplum üzerindeki
kaçınılmaz etkisinden yararlanmak için “erkek gibi” algılanmak istediğini
görüyoruz.
Farklı ideolojik konumlardan
konuşsalar da, toplumsal projelerin hemen tümü için, kadın bedeni öznelleşmenin
yaşanabileceği zemin değil, ideolojinin taşıyıcısı ve sembolüdür. Bu
anlamda proje, kadın bedeninin görünürlük sınırlarını çizer, çünkü o beden bir
tür bayraktır.
Mahremi Düzenlemek ve
İçselleştirilmiş Kontrol
“Sosyal
bilimlerde geniş bir literatür, İslam’da temel siyasal kaygının rejim
kaygısından çok, kamusal ve özel alanların düzenlenmesi olduğunu öğretir.
İslami politikalar özellikle son yirmi gitgide liberalizmin etkisi altına giren
toplumlarda devleti ele geçirmeye yönelik dikey politikalardan uzaklaşarak
ahlaki politikalara odaklanmış, mahremin tanımı bu politikaların merkezine
oturtmuştur. Kamusal ve özel alanların düzenlenmesi çerçevesinde mahrem ve
namahrem ayrımları İslami görünürlük sınırlarını çizer. Bu ise modern kamusal
alan içerisinde İslami aktörün varoluş sınırlarını, onun modernlik ile
ilişkisini belirler, ya da en azından bu iddiadadır.”
Bütün bu olan bitende kadının
yeri, mahremin düzenlenmesinin baş aktörü olarak, merkezde olmuştur. Burada
kadın yalnızca görünürlüğü değil, sesi, duruşu, diğer kadın ve erkeklerle
etkileşimi belirlenmeye çalışılır. Bu belirlenimde kadının cinsel kimliğinin
bastırılmasından ziyade, Foucault’ya referansla yönetilmesinden söz edebiliriz.
Zira Türkiye’de namus erkek için dürüstlük, kadın için cinsellik anlamına
geliyor. Bununla birlikte namus, sosyal düzenin bir hiyerarşi içinde sürmesi için
cinselliğin hem bireysel hem de toplumsal bazda kontrol edilmesini de sağlıyor.
Cinsiyete yüklenen anlamlar iktidarla son derece ilişkilidir… Namus cinsiyetin
sınırını çizerken bize iktidarın yasaklarıyla ilgili bilgi de vermiş oluyor.
“İslami
kimliğe sahip kadınların özel hayatlarındaki aşk tecrübelerinden hareketle
İslami bir kavram olan “mahremi” dönüştürmeleri, en az kamusal alanda var olma
mücadelesi vermeleri kadar önemlidir. Kadınların özel hayatında yaşananlar,
İslami kimliğin son on beş yıldır kamusal alanda verdiği mücadeleyi olduğu
kadar ve belki daha fazla, modern kamusal alanda Müslümanlığı üzerinden kimlik oluşumunu
yaşayan kadınların kimliklerini yeniden oluşturma çabalarını da yansıtmaktadır.
Bu yeniden oluşum yalnızca kadınlık tanımlarını değil, İslami kimliğin
sınırlarını da değişime ve yeniden oluşuma zorladığı için önemlidir.”
Eleştiriler ve Öneriler
“Türkiye’de
kadınları özgürleştirecek ve güçlendirecek bir politikanın temel önceliği,
onları aslında var olmayan bir “Kamusal Alan”a sokmaya çalışmak değil,
geleneksel kadın kamusallıklarını yok saymayan ama bunları dönüştürerek
kadınların bir(çok) politik özne olarak hareket edebilmelerini sağlayacak yeni
kamusallıklar yaratmak olmalıdır.”
“Tesettürlü
kadınların yaşadıkları tecrübelerin, bu toplumdaki diğer kadınların
yaşadıklarıyla ortaklık içinde düşünülmesini öneriyoruz. İçselleştirilmiş
kontrol, farklı anlam dünyalarında kurgulanmış olsa da, kadınlığı her iki
cephenin de kadınları için toplumsal simgelerin taşıyıcılığına indirgiyor.”
“Neden
kadınlar erkeklerden, erkekler arasındaki medeniyetin zorunlu kıldığı insanlık
ve nezaket alış verişinden farklı bir dikkat ve saygı bekleyecek kadar
alçalsınlar? Neden “güzelliğin gücünün en üst düzeyinde” kraliçeler gibi
muamele görürken boş bir saygıyla aldatıldıklarını ve böylece doğal haklarını
kullanmaktan vazgeçirildiklerini fark etmiyorlar? O zaman, kafese konmuş süslü
kuşlar gibi tüylerini kabartıp şişinerek tünekten tüneğe gezmekten başka
yapacak bir işleri olmuyor. Yiyecek ve giyeceklerini çalışıp uğraşmalarına
gerek olmadan sağladıkları doğrudur. Fakat bunun bedeli sağlık, özgürlük ve
erdemden yoksun kalmaktır…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder