4 Kasım 2011 Cuma

Mini Bir Kitap İncelemesi: "The Conquest of America: The Question of Other" by Tzvetan Todorov




Eserin Orijinali: La Conquête de l’Amérique (1982)
Fransızca’dan İngilizce’ye Çeviren: Richard Howard
University of Oklahoma Press

Bulgar asıllı Fransız yazar Tzvetan Todorov’un 1982 yılında Fransızca olarak kaleme aldığı “La Conquête de l’Amérique” isimli kitabı, İspanyol’ların Amerika Kıtası’nı keşfini ve Amerikan yerlileri ile ilk karşılaşmalarını ve mücadelelerini konu almaktadır. Bu kitap incelemesi, 1984 yılında kitabın İngilizceye çevrilmiş versiyonu olan “The Conquest of America: The Question of the Other” okunarak yapılmıştır.

Todorov, kitabını Discovery, Conquest, Love ve Knowledge başlıklarıyla 4 alt bölüme ayırmıştır ve her bölümde Amerika’nın keşfinde farklı roller edinmiş tarihi isimlerin, Amerikan yerlileri ile olan ilişkilerini ve onlara karşı olan bakış açılarını ele almıştır.

Discovery: “How to deal with the other?”

Todorov, kitabın ilk bölümü olan Discovery bölümünde hikayeye, insanların kendilerini keşfetmesi ile the other kavramının doğduğunu iddia eder. İnsanlar kendi içlerinde bile farklı benlikler keşfedebilirken, diğer benlikler ise dışarıda, ben’in burada, diğerlerininse, başka bir yerde olduğu bir düzlemde, the otherness kendi içinde kolayca dallanıp budaklanabilen bir konu olarak sunulur.

Kitabın üzerinde durduğu ilk konu, “How to deal with the other?” meselesidir ve Todorov tarihsel olarak Amerika’nın keşfini, insanların diğerlerini keşfetmede attıkları ilk ve en hayret verici adım olarak tanımlar. Ayrıca yazar, 1492’de Colombus’ün Atlantik Okyanusu’nu geçmesi ile bu ayrı dünyaların insanlarının karşılaşmasının, insanlık tarihinin en büyük soykırımına neden olduğunun da altını çizer.

Colombus’ün Amerika’yı keşfetme sürecine baktığımızda, kendisini uzun bir yolculuğa güdüleyen iki temel unsur vardır: Birincisi zengin olmak, ikincisi ise Hıristiyanlığı yaymaktır... Yani Colombus için zengin olmak araç, dini yaymaksa amaçtı.

Colombus’un keşiflerinde Kızılderili’ler sadece birer objedir ve nihayetinde “keşfedilen toprak parçasının üzerindekiler” olarak, Colombus betimlemelerinde onlara da yer vermiştir fakat bu betimlemeler "iyi, kötü, çıplak, güzel, yakışıklı, iyi yürekli" gibi tanımların ötesine geçemediğinden, Colombus’ün yazdıklarından yerlilerle ilgili sağlıklı bir bilgiye ulaşamıyoruz. Todorov’a göre, Colombus’ün bu tarzdaki yaklaşımları, yerliler hakkında değil, Colombus hakkında ipuçları vermektedir. Örneğin Colombus’ün yerliler ile yaptığı bazı obje değiş tokuşlarında, Colombus’ün tuhaf bulduğu bu değiş tokuş anlayışı (örneğin camdan bir eşya ile altını değiştokuş etmek), ona göre yerlilerin sistemsizliğine ve yabaniliğine eş değerdir. (s.38.) Özel mülkiyet prensipleri olmayan yerlilerin, Hıristiyan’lara her şeylerini açmaları, onlarla yiyeceklerini paylaşmaları fakat aynı bonkörlüğü İspanyol’lardan göremeyip hırsız damgası yemeleri ve cezalandırılmaları da buna başka bir örnek teşkil etmektedir. (s.40) Colombus’ün yerliler ile olan ilişkisi, yerlileri insan olarak eşit görüp aynı zamanda kendine benzetme isteği ile iç içe geçmiştir. Yani bu ilişki, ast üst ilişkisi, asimilasyon ve üstünlük kurma üzerine kuruludur. (s.42) Hıristiyan anlayışında eşit olarak görülen insanlar, köleleştirilmekte ve misyonerlik adına tüm bu karmaşada göz ardı edilebilmektedir.(s.47) Bu yapıda, karşı tarafın, yani yerlilerin boyun eğmekten başka şansı yoktur. İspanyol’lar, dillerini bilmedikleri yerlileri köleleştirmiş ve onlara canlı obje muamelesi yapmıştır.(s.48) Yerliler kendi hayatları üzerinde söz sahibi değildir, İspanyol’lar gemilerinde ilginç buldukları hayvanları, bitkileri kendi ülkelerine götürdükleri gibi insanları da aynı şekilde götürmüşlerdir. Kitabın bu bölümünü özetleyebilecek en vurucu cümle şudur: “Colombus has discovered America but not the Americans”. (s.49)

Conquest: “The Spanish authors speak well of the Indians, but with very few exceptions they do not speak to the Indians” (s.132)

Bu bölümde Cortés’in Aztekler’e karşı kazandığı zafer ve Aztekler’in sosyal ve dini yapıları tartışılır. Todorov, yerlilerin İspanyol’lara karşı ciddi bir direniş göstermemesini, yerlilerin Aztekler tarafından zaten kolonileştirilmiş olmasına bağlar.(s.58) Montezuma yönetimi karanlık noktalar ile dolu olduğundan kimi tarihçilere göre kendisi İspanyol’lara direnmemekle akıllıca bir yol seçmiştir. Kimi yazarlara göre ise kendisi korkak bir kraldı. Diğer yandan, Kızılderili’ler hiyerarşinin en tepesinde olan Aztekler tarafından zaten boyundurluk altındaydı ve kötü bir yönetim söz konusuydu. Bu yüzden, yönetiminden memnun olmayan yerliler Cortés’i bir nevi devrimci, onlara özgürlük getirecek kişi olarak görmüşlerdi ve ciddi bir direniş göstermemişlerdi.(s.58) Ayrıca Cortés’in cephane ve asker üstünlüğü apaçık ortadaydı.(s.61) Bir rivayete göre ise Mayalar ve Aztekler tanrılar ile iletişimin kontrolünü kaybettikler için yenilgiye uğraşmışlardı. (s.61-62) Bu bölümde alametler ve işaretlerin yerlilerin hayatındaki yerine değinilmiştir. Bireylerin topluluğun bir parçası olduğu ve tek başlarına karar veremediklerinden bahsedilmiştir. Kolektif geçmişin boyundurluğu altındaki yerliler, geleceklerini şekillendirmekten yoksundur ve hayatlarını bu semboller ve alametler çerçevesinde şekillendirmektedir. Sosyal düzenleri de bu sistem ile işlemektedir. Amerikan yerlileri insanlar ve dünya arasındaki ilişkiye önem verirken, İspanyol'lar insanlar arası ilişkiye önem vermektedirler.(s.69.) Todorov, Cortés’in savaşı kazanmasını, kişilerarası iletişimi daha iyi sağlamasına bağlanmıştır. Montezuma ise geleneksel yönetim anlayışı ile iletişim kuramayan taraftır. Haber getirip götürenleri hapse atmış, İspanyol’ların şehre girmesi ile tanrıların ona ne yapması gerektiğini söylemesi için insanları kurban etmiştir.(s.73) Kendi halkı bile kralın yüzünü görmemiştir.(s.72.) Ayrıca Montezuma yönetimi altındaki toplulukların ortak bir dili yoktu, 2-3 farklı dil konuşulmaktaydı ve bu topluluklar arasında neredeyse hiçbir bağ ve benzerlik yoktu.(s.123) Bu durum da krallığın çatırdama nedenlerinden biri olarak gösterilmektedir. İspanyollar bu toprakları aldıktan sonra önce Nahuatl dilini ulusal dil olarak belirlediler, daha sonra İspanyolcanın yayılmasını sağladılar. Cortés halkın güvenini kazanmanın öneminin farkındadır ve gerçek fethin halkı kazanmakla mümkün olacağının da farkındadır. Todorov, Cortés için, Aztekler ile ilgilenmiş ama bir yandan da onlardan uzak durmuştur der, (s.130) çünkü onun asıl amacı yerlileri köklerinden arındırıp, onlara Hıristiyanlığı empoze etmektir.

Love: “Everything occurs as if the Spaniards were finding an intrinsic pleasure in cruelty, in the fact of exerting their power over others, in the demonstration of their capacity to inflict death”(s.143)

Cortés Aztekler’deki meziyetleri ve güzellikleri görmüştür fakat diğer yandan hem bunları takdir etmiş hem de bu güzelliklerin sahiplerini yok etmiştir çünkü onları kendi seviyesinde görmemiştir.(s.129) Bu güzelliklerin sahipleri sadece bu güzelliklerin üreticisidir. Onların herhangi bir şey talep etme hakları yoktur.(s.130) Bu bölümde Kızılderili’lerin yok edilme süreci niceliksel ve niteliksel olarak anlatılmıştır. 1500’lerde 25 milyonluk nüfusa sahip Meksika 1600’lerde 1 milyon nüfusa düşmüştür. Bu açıkça soykırımın sonucudur. Niteliksel olarak baktığımızdaysa, ölen insan sayısının bu kadar çok olması kötü muamele, ağır çalışma ve yaşam şartları, yetersiz beslenme ve salgın hastalıklardır. Doğum oranları da bu sebeplere bağlı olarak düşmüştür. Yerlilerin inancına göre ise, Tanrı’nın gönderdiği bu felaketlere karşı çıkılmamalıdır. Onlara göre, yerliler tarafında bunca ölüm varsa, Tanrı(lar) İspanyol’ların tarafındadır ve tıpkı Mısır’ın cezalandırılması gibi Meksika da inanmayanların yüzünden Tanrı’nın gazabına uğramıştır.(s.135) Ayrıca yerlilerin satacak hiçbir şeyi kalmayınca çocuklarını feda etmeleri, altın madenlerindeki ölümler, şehrin yeniden kurulmasında emeği geçen çalışanların iş kazalarında ölmesi gibi sebepler ile ölen kişilerin sayısı giderek katlanmıştır.

Las Casas Aztek’leri kılıçlarının keskinliğini test etmek için parçalara ayıran İspanyol’ları “şeytanlar” olarak tasvir etmektedir.(s.141) Bu vahşete sebep olan güdünün ise hemen zengin olma çabası ve açgözlülük olduğu söylenmiştir.(s.142) Aslında tüm bu zulüm bir tür ölüm saçan güç gösterisidir ve bu tarz zalimlikler Aztekler’de de görülmektedir.(s.143) Bu noktada Todorov toplumları sacrifice-societies ve massacre-societies olarak ikiye ayırır.(s.143) Kurban etme dini bir pratiktir, katliam ise daha önceden bahsettiğimiz gibi, örneğin, İspanyol’ların kılıçlar yeterince keskinleşmiş mi diye insanları öldürmeleridir. Todorov, İspanyol’ların barbarlığının atalarıyla ilgili veya hayvani bir tarafı olduğunu kabul etmez, ona göre bu durum oldukça insani ve modern çağları müjdeleyen bir durumdur, (s.145) ancak bununla birlikte İspanyollar, katliam yapmanın uygun bir ortam gerektirdiğini keşfetmişlerdir.

İspanyol’lar, yerlileri hayvanla insan arası bir yaratık olarak görmektedirler, Todorov’a göre “aksi takdirde böylesine bir yok etme faaliyeti içine girmezlerdi”. (s.146) Bu noktada Requerimento dökümanından bahsetmek gerekir. Bu doküman, bir yer fethedilmeden önce orada yaşayanlara okunur ve şartları bellidir; karşı taraf ya iktidarı kabul eder ya da savaşa girilir. Bu döküman en başından adaletsiz bir yapı sunmaktadır. İspanyol’lar en başından üstün taraftır. Ayrıca Kızılderili’ler farklı bir dil konuştuklarından, bu dökümanı anlayabilmeleri kesinlikle mümkün değildir. Las Casas dökümanı analiz ederken, “bu durum karşısında ağlasak mı gülsek mi bilemedik” yorumunu yapmıştır.(s.148-149)

Kitabın bu bölümünde, yerlilerin diğer insanlara göre daha aşağı derecede olduğunu savunan pek çok görüşe rastlıyoruz. Tomas Ortiz yerlilerin hayvani olduğunu, Oviedo yerlilerin taş, metal, tahta gibi materyallere denk olduğunu, Sepulveda ise bu insanların İspanyol’lardan daha değersiz, insanla maymun arasında bir yerde olduğunu savunmuştur. Las Casas ise insanların eşit olduğunu savunur (s.162) ve insanlar arasında fark olmadığını söyler. Las Casas açıkça yerlileri sevmektedir (p.176) fakat kolonileştirme arzusu Cortés ile aynıdır çünkü Las Casas da Hıristiyanlığı yayma arzusu içinde yerlileri sever. Aynı sevgiyi Müslümanlar için taşımaz çünkü Müslümanlar Hıristiyanlıktan haberdardırlar ve bu durumda potansiyel olarak Hıristiyanlığa geçmeleri de söz konusu değildir. Bu yüzden Las Casas Türk’leri ve Faslı’ları gerçek barbar ve serseri uluslar olarak tanımlar.(s.166)

Knowledge: “Self Knowledge develops through knowledge of the Other”

Todorov bu bölümde, typology of relations to the other adı altında bir inceleme yapar. Todorov’a göre the problematis of alterity’yi 3 ana eksen üzerine oturtabiliriz. Birincisi, value judgement, yani kişiler hakkında iyi/kötü, onu seviyorum/sevmiyorum ya da ast/üst durumuna göre değerlendirme yapma biçimidir. İkincisi rapprochement or distancing in relation to the other eksenidir, kendimi onunla tanımlıyorum, onun değerlerini kabul ediyorum, kendi görüntümü ona empoze ediyorum, ona boyun eğiyorum ya da diğerinin ona boyun eğiyor olması, nötr kalmak ya da benzer olmak gibi fiili durumları içermektedir. Üçüncüsü ise I know or am ignorant of the other’s identity eksenidir.

Las Casas Amerikan yerlilerini Cortés’e göre daha az tanır fakat onları daha çok sever, ancak ikisinin ortak noktası yerlileri kolonizasyon ile asimile etme arzusudur.(s.185) Colombus ise yerlileri ne seviyor, ne biliyor ne de kendi ile onları bir tutuyordur. Las Casas’ın sevgisi yaşadığı tecrübeler, krizler ve özellikle Aztecler’in insanları kurban etme ritüellerinden sonra değişime uğrar fakat aynı zamanda, “eğer bu topraklar iyi bir vatandaş olmak için insan kurban etmeyi empoze ediyorsa, yerliler bu ritüellerinden dolayı suçlanmamalıdır”, der Las Casas. Hıristiyanlığın da bu ritüellere yabancı olmadığını savunarak okuyucuyu yumuşatmaya çalışır. Yamyamlık konusunda ise İspanyol’larında da zamanında insan ciğeri ve kalçası yediklerinden bahseder.(s.188) Las Casas dini pratiklerin, insan kurban etmek bile olsa yasal ve haklı görülebilir olduğundan bahseder. Her insan topluluğunun ibadet edebilmek için bazı ritüellerinin olduğuna ve Tanrı’ya ya da tanrılara yakınlaşmak için insanların kurban edildiğinden bahseder. Hatta Las Casas, yerlileri İspanyol’lardan dini duygu yoğunluğu bakımından üstün tutar çünkü neticede onlar kendi tanrıları için çocuklarını bile kurban edebilmektedirler.(s.190)

Bu bölümde birbirinden farklı tarihi figürlerle tanışıyoruz. Örneğin Guerrero, yerliler gibi giyinen, onların dilini konuşan, onlar gibi yaşayan ve Cortés’in ordusuna girmeyi reddeden ve ona karşı savaşan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Cabeza de Vaca isimli kişi ise “eğer amaç dini yaymak ise şiddete başvurmadan yapılmalıdır” düşüncesinde olan biridir. Cabeza de Vaca yerlileri çok iyi bilen biriydi. O da tıpkı yerliler gibi giyinip onlar gibi yaşamış ve onlara hizmet etmiştir. Sonuç olarak, Hıristiyanlığı daha rahat yaymışlardır çünkü yerliler kendilerine benzeyen bu insanları daha çok benimsemişlerdir.(s.200)

Diego de Landa ise hem Maya tarihini kaleme alan hem de Maya kitaplarını yakan kişi olarak bilinmektedir. Hem yerlilerin tarihini öğrenmek istemesi hem de onların tarihini yakıp kül etmesi ilginç bir yaklaşımdır.(s.200) Aynı zamanda kendisi bilgi edinmek için yerlileri cezalandıran ve işkence eden bir yaklaşımdadır. Özetle, “Yucatan’da asimile eden, İspanya’da kitaplar yazan bir bilim adamıdır”.(s.201)

Duran karakteri ise İspanya kökenli olan ve 5-6 yaşlarında Meksika’ya gelmiş biridir. Ona göre Amerikan yerlilerini dinsizlikten kurtarmanın tek yolu, öncelikle onların eski dinini anlamaktan geçmektedir. Duran’a göre dönemin din adamları oldukça cahildirler ve yerlilerin dilini bilmiyor ve öğrenme arzusu da duymuyorlardı. Duran, Landa gibi referans kitapları yakan kişilerin, misyonerlerin işini daha da zorlaştırdığını ve eskiyi yok etmekle hata yaptıklarını söylemektedir.(s.203) Ona göre dini herkese yaymak gerekir, tek bir kişiyi atlamamak gerekir fakat diğer yandan Duran insanların eski dini inancının tamamen yok edilmesinin zorluğunun farkındadır. Yerliler eski dinlerini, yenisi ile birleştirebilmektedirler, diğer yandan yerlilerin hayatlarının her alanında dinsel öğeler göze çarpmaktadır. Duran bunları kökten bitirmek istemektedir fakat Meksika Hıristiyanlığı değişime uğramış bir Hristiyanlık olmaktan kurtulamamıştır.(s.206) Bu konuda Duran önemli bir noktayı işaret eder: “Bazı ufak değişikliklerle, yerlilerin eski dinini uygulayabilmesi ve yaşayabilmesi mümkündür”.(s.208) Duran paganizm ile Hıristiyanlık arasındaki benzerlikler karşısında şaşkındır ve bu nedenle daha önceden o topraklara misyonerlerin gelmiş olduğuna inanmaktadır. Başka bir bölümde ise Duran yerlilerin Yahudi olduklarından şüphelendiğini söylemektedir. Sonuç olarak, Duran’ın yıllar sonra bir yerliye hala pagan pratiklerine devam etmesini aptalca bulmasını söylemesi ile yerlinin dini inanç olarak hala ortada bir yerde olduğu cevabını vermesiyle, Duran’ın dini kökleri söküp atmanın ne kadar zor olduğu konusundaki düşüncelerinin haklılığı ortaya çıkmaktadır. Duran hayat hikayesi itibarı ile hem yerli, hem de Hıristiyan görüşlerine sahiptir.(s.217)

Todorov, kitabın son kısmında kolonileştirme kültürünün sadece İspanya’ya ait olmadığını, diğer pek çok Avrupa ülkesinin de sömürgecilik geçmişi olduğundan bahsetmiştir ve Avrupa’nın bu alanda başarılı olduğunu düşünmektedir çünkü Avrupa’nın karşısındakini anlama konusundaki kapasitesi muntazamdır.(s.248) Tıpkı Cortés’in Aztekler’i bu meziyeti sayesinde dize getirmesi örneğinde olduğu gibi...

Yazar, bu kitabı yazmasının sebebini bazı hikayelerin unutulmaması gerektiğine inanması ve diğerlerini keşfetmede başarılı olamazsak neler olabileceğine ışık tutma ihtiyacı olarak belirtmiştir. Ayrıca Avrupa’nın kolonileştirme sürecinde sona geldiğini, Batı’nın eskisi gibi üstünlük iddiasında olamayacağını iddia etmesi ile Todorov oldukça optimist bir yaklaşım sergileyerek kitabını noktamıştır.(s.249)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder